Kır Aynaları
Hayatta bazı kavramlar vardır; toplumun, insan psikolojisinin, insan evriminin en temelinde yer alır, köklerine dokunurlar. Doğduğumuz andan itibaren bize öğretilir, hayatımızda kilit rollerde bulunurlar. Bu yazı, bu kavramlardan güven, öz güven, arkadaşlık, benlik ve özgürlüğü ele almaktadır. Daha doğrusu, onları birbirine bağlayan başka bir kavramı, aslında hayatımızın içerisinde bu kavramlar kadar, belki de daha temel bir şekilde yer alan yalan kavramını ele almaktadır.
Yalan
Tanımlamakla başlayalım o halde yalanı. Yalan, kandırmaktır birisini, gizlemektir gerçeği, maskelerin arkasında saklanmaktır insanlardan. Ama yalnızca başkasından mı, kendimizden de gizleyemez miyiz gerçeği, kendi kendimize yalan söyleyemez miyiz? Söyleriz elbette, her an, her saniye kandırırız kendimizi; en büyük maskeyi, aynada kendimize takarız aslında.
Ne olduğu kadar, belki çok daha önemli bir soru vardır yalan hakkında. Bu soruyu daha sık sorsak, başka soruları çok daha az sorarız aslında hayatımızda.
Neden?
Herkes söylüyor, kendine de söylüyor, arkadaşına da, kardeşine de, ailesine de… Bazen karşımızdakine soruyoruz aslında, neden yalan söyledin bana diye suçluyoruz onları. Bunu neden gizliyorsun ki diye şaşırıyoruz yeri geldiğinde. Ama sıra kendimize geldiğinde, en büyük yalanı bence o zaman söylüyoruz bence. “Haklıyım söylemekte, haklı olmasam söylemem.” diyoruz, neden sorusundan sıyrılıyoruz; farklı bir tartışma ekseninde kendi jürimiz, yargıcımız oluyoruz, kendi kendimizi güya haklı çıkartıyoruz.
Gelin bugün burada soralım o soruyu, motivasyonlarımız ne yalan söylerken? En son ne zaman yalan söyledik, ne kazandık bundan?
Bu sorunun komik bir yanı var, insanların neredeyse tamamı bu soruya yanlış cevap verecekler. Şaşırtıcı bir şekilde bu cevap yalan olmayacak, çoğunluk hatırlamıyor olacak — ne kadar çok yalan söylediğimizi buradan çıkarabiliriz belki de — kalan insanlar da o hafta içinde söyledikleri bir yalandan bahsedecekler.
Çünkü aslında biz en büyük yalanı ya aynada kendimize bakarken, ya da başkalarına kendimizi anlatırken söylüyoruz. Birisi ne istediğimizi sorduğunda söylüyoruz. Çünkü bizim en büyük yalanımız, olduğumuz kişi, bizim benliğimiz. Benliğimizi kabullenilmek üzerine geliştirdik. Birisi bize bir soru sorduğunda, onun neyi duymak istediğini düşündüğümüz göre şekillendiriyoruz cevabımızı, kendimizi. İnek olmaktan kaçıyoruz bazen, çalışmak kötü bir şeymiş, çalışmadan yapıyormuşuz gibi davranıyoruz. Başka zaman çalışkan, akıllı, efendi çocuk olmamız bekleniyor, kopya çektiğimiz zamanları siliyoruz geçmişimizi yazdığımız defterden. Farklı insanlarla, ortamlarla, mekanlarla biz de farklı versiyonlarımız haline geliyoruz.
Eğer şu an olduğumuzu sandığımız kişi bir yalansa, bizim en büyük yalanımızsa, biz kimiz o halde? Tüm o maskelerin altında nasıl birisi yatıyor, neler düşünüyor, neden yukarı çıkmıyor? Peki ya aynada gördüğümüz o kişi kim o halde? Yalnızken hangi biz kendisini gösteriyor?
Biz
Bence o biz korkuyor, ölesiye korkuyor hem de. Fark edilmekten korkuyor, ezilmekten korkuyor, bir kez ortaya çıksa oluşacak sonuçlardan korkuyor, en çok da sevilmemekten korkuyor. Bu korku o o kadar derin ki içimizde, aynada bile kendimize yalan söylüyoruz. Yalnız başımızayken bile hala bizi sevmesini, bizi kabul etmesini istediğimiz insanlar oradaymış gibi davranmak zorunda hissediyoruz kendimizi.
Nasıl keşfedebiliriz peki o altta yatan kişiliği? Eğer aynaya bakarken bile görmekten korkuyorsak, ne zaman onla karşılaşacak kadar toplayabiliriz cesaretimizi?
Keşke bilseydim bu soruların cevaplarını, ama bilmiyorum. Tahminlerim, varsayımlarım var birazdan bahsedeceğim, ancak bunlar merak eden herhangi bir kişinin tahmininden daha iyi değiller, ben de keşfetmeyi başaramadım o beni.
Çözüm?
Bir problemi çözmekteki ilk adım varlığını kabul ederek sorunu anlamak, sonrasında ise kaynağını tanımlamaktır. Burada asıl kaynağın biz olduğumuzu iddia edebiliriz, kabullenilme arzumuz olduğunu. Ancak bence suçlanabilecek başka bir özne daha mevcut, o da bizi kabul edecek insanlar. Eğer kimsenin bizi sevmesi, kabul etmesi hakkında endişelenmez isek neden kendimizi beğendirmek için farklı bir insana dönüşmeye çalışalım ki?
Burada ise uç bir durumda buluyoruz kendimizi. Kime beğendirmeye çalışmayız ki kendimizi? Kimin bizi sevmesini istemeyiz ki? Umursamadığımız insanların yanında olmamız gerekir bunun için ancak, ya da yanında olduğumuz insanları umursamamayı öğrenmemiz gerek. İki seçenek de birbirinden kötü değil mi? Umursamıyorsak neden beraberiz, neden zaten sınırlı, kısa, değerli vaktimizi o insanlarla harcayalım ki?
Elalem Ne Der?
Bence burada bir seçenek daha var ilk bakışta görmediğimiz, ütopya gibi geliyor çünkü bize, varlığına inanmayı bırakın varlığını düşünmek bile imkansız çoğu zaman. Peki ya bizi gerçekten yargılamayan insanlarla birlikte olsaydık? Bir Hollywood klişesi gibi “Sizi olduğunuz gibi seven insanlara gidin” değil bu. Yargılamak sadece şahsı yargılamakla olmaz çünkü. Düşünceleri, ideolojileri, fikirleri yargılarız aslında biz. Ve yanımızdaki arkadaşımız karşıdan gelen bir insanı yargılıyorsa, bizle başkaları hakkında dedikodu yapıyorsa o fikri, o zihniyeti yargılıyor demektir. Bu durumda biz de kendimizi o ideolojiye karşı bir tavır almış halde bulmasak bile, pozitif bir tavır almaya çekinir hale gelebiliriz.
Elalem Susarsa
O yüzden, yargılamayan insanları bulmalıyız, hayatımıza yerleştirmeliyiz ama çok daha önemlisi, yargılamamalıyız. Biz yargılamadıkça, yargılamayan insanlar da bizi bulur belki. Belki günün birinde olduğumuz insan olabiliriz, yanımızda yine o içteki en temel benliğini yaşayan arkadaşlarımızla, sevdiklerimizle, özgür oluruz belki de sonunda üzerimize konan tüm o kurallardan, beklentilerden…